Kitapların krallığında yaşam bulan bir yazar
Raşel Rakella Asal, çeşitli yayın organlarında çıkan yazılarından derleyerek oluşturduğu “Çılgın Bir Devinimdir Yaşamak” adlı kitabında, eserleriyle dünyayı tekrar ve tekrar dönüştüren isimleri mercek altına alıyor.
Öncelikle ACI’dan sonra aldığınız eğitimi ve kariyerinizi kısaca öğrenebilir miyiz?
Amerikan eğitim sisteminden geliyordum. Fransızca ve İspanyolca evde konuşulan dillerdi. Fransız öğretmenlerden özel dersler almama rağmen Fransızca dil bilgimin yeterli olmadığı kanısındaydım. Böylece yurt dışında sırasıyla Lozan, Paris, Besançon ve Royan’da çeşitli dil kurslarına devam ettiğim bir dönem önüme açılmış oldu. Bu arada Ülkesel Turist Rehberlik Kokart’ımı da almış, yaz ayları boyunca rehberlik yapmaya başlamıştım. 1987-1992 yılları arasında yurt dışında aldığım eğitim boyunca Açık Öğretim Üniversitesinin gece eğitim programının sanat tarihi derslerine, Paris’teyken de Louvre Müzesinin sanat tarihi seminerlerine katıldım. Artık rehberlikte iyice deneyim kazanmıştım. Hem lisanda hem de bilgide kendime güven gelmişti. 1997 yılında turistlere yönelik Osmanlı-Türk sanatına dair bir kitap yazmaya karar verdim. Ankara’da UMAG’ın açtığı yaratıcı yazarlık kurslarına üç yıl devam ettim. Yazar Mehmet Eroğlu’nun yönlendirmesiyle yazın serüvenim de başlamış oldu.
Biyografinizde, kendinizi yazıyla ifade etme yeteneğinizin ACI’da öğrenci olduğunuz dönemde, Yaratıcı Yazarlık öğretmeniniz tarafından fark edildiği belirtiliyor…
Öğrencilik yıllarımdan itibaren, diyebilirim ki, ilkokul yıllarımdan başlayarak sınıfta kompozisyon derslerinde öne çıkıyordum. Bu yeteneğimi biliyordum, ama kolejde Creative Writing dersleri almamış olsaydım, yazarlığı hiç düşünemezdim. Benim yazarlık yeteneğimi ilk keşfeden edebiyat öğretmenim Mr. Whitener oldu. Annemi okula çağırarak, yeteneğim doğrultusunda eğitim almam için annemi teşvik etti. O görüşmenin, bugünümün hazırlayıcısı olduğunu söyleyebilirim. Şunu da ifade etmeliyim ki, kapılar açıldı mı, arkası geliyor. Eğer Ülkesel Rehberlik yapmamış olsaydım, bugünkü sanat ve kültür birikimimi de geliştiremezdim.
“Çılgın Bir Devinimdir Yaşamak” son çalışmanız; kitabı oluşturma öykünüzü kısaca öğrenebilir miyiz?
Benim edebiyat okuma yolculuklarım yaşamların, yaşananların ve genel olarak yaşamın derinliklerine saldığı köklerden beslenir. Ama tekdüze bir beslenme değildir bu… Her kıpırtıdan, her esintiden bir şeyler kapar; bir ilişki çatlağından (Baba-oğul ilişkisi), bir çığlıktan (Bir Maskenin İtirafı), bir haykırıştan bir yazı metni çıkarırım. Okudukça yan okumalara atarım kendimi. Kâh felsefi metinlere, kâh psikoloji ve sosyoloji kitaplarına uzanırım. Bitmeyen bir okuma yolculuğu ilk önce bende başlamış olur. Yeniçağın bireyi; gelişen, değişen, büyüyen, olgunlaşan biri. O artık temel bir özellikle belirlenmiş tek boyutlu, değişmez bir kişilik değildir. Kısaca yaşam ve yaşamla gelen her şey bir kişisel yolculuktur. Buna okumak da dâhildir. Diyebilirim ki, “Çılgın Bir Devinimdir Yaşamak”ta ele aldığım yazarları okumakla benim yazın serüvenim birbirini takip etti. Bu yazarlar olmasaydı, onları keşfetmemiş olsaydım, bu inceleme yazılarım da oluşmazdı.
Yazar seçiminde sizin kıstasınız neydi?
Edebiyatı yaşamdan ayırmıyorum. Edebiyattaki kişiler gibi biz de yürüyor, soluk alıyor, kucaklaşıyor, dövüşüyor, darılıyor, tartışıyor, duygularımız ve düşüncelerimizi açıklamıyor muyuz? Gerektiğinde isyan ediyor, iliklerimize kadar sevinçten ürperiyor, yaşamın tüm hâllerini yaşamıyor muyuz? Çünkü her şeyden önce bir edebiyat yapıtının olmazsa olmaz koşulu, “yaşamdan edebiyata, edebiyattan yaşam”a yelken açması değil midir? Çılgın Bir Devinimdir Yaşamak, 2017-2021 yılları arasında edebiyat dergilerine yazdığım edebiyat ve sanat incelemelerinden bir seçkiden oluşuyor. Edebiyatın yaşamın ayrıntılarıyla bütünleştiğini, edebiyatın yaşamın bir uzantısı olduğunu, insanın evrenselliğini, sanatın ölümsüzlüğünü vurgulamaya çalıştım. Virginia Woolf ile Nezihe Meriç’in benzeşen dünyalarını, Türk öykücülüğüne yeni bir soluk getiren Bilge Karasu’yu, metinlerini geleneksel malzemeden yararlanarak ören Emine Sevgi Özdamar’ı, insanın insanlığını yitirişini betimleyen Kafka’yı, Dostoyevski’yi, Marcel Proust’u ve Column McCann’i ve daha pek çok yazarı mercek altına aldım.
Bir yazar olarak, diğer yazarları mercek altına almanın duygu dünyanızda yarattığı etkiler hakkında neler söylemek istersiniz?
Edebiyat dünyası da yaşam kadar sonsuzluğuyla bize sonsuz olanaklar sağlar. Kimi, yazı tarzıyla; kimi, kurgusuyla; kimi, konusuyla; her bir yazardan ayrı ayrı etkileniyorum. Yazarlar beni öyle bir dünyaya davet eder ki, orada asla göremeyeceğim ayrıntılarla, yaşayamayacağım duygularla yüz yüze gelirim. Onları okumak benim doğaya, insanlara ve nesnelere dair düşüncelerimi değiştirdi, “Ne kadar körmüşüm!” diye hayıflandım. Dolayısıyla diğer yazarları okuyarak kendimi geliştirdiğimi söylemeliyim. Kitapların krallığına girdiğimde, bu âlemi keşfetmek bana bir cennet vaat etti. Yalnız edebiyatı değil, bilimi, insanlık tarihini, felsefeyi, tiyatro eserlerini, klasik ve modern resmi, müziği, sanat tarihini de keşfetmiş oldum. Edebiyatın sınırsız evreninde sanatın dönüştürme gücünü bu okumalarımdan öğrendim.
Sanat tarihi, arkeoloji, mitoloji… Bunlar, eğitim aldığınız alanlardan sadece birkaçı. Kültür ve sanatın geçmişini öğrenip geleceğe taşınmasında rol üstlenmenin, sizin nezdinizdeki anlamı nedir?
Sanat tarihi, arkeoloji ve mitoloji kitaplarını okumakla insanlık tarihi içinde buldum kendimi. Sanat yaşananlarla, toplumla, kendi iç dünyamızla, sezgilerimizle, hep iç içe. Çok kaynaktan besleniyor ve her sanatçı kendi potasında eritiyor, kendi diline dönüştürüyor. Sanıldığının aksine sanat, nesnel gerçekliği yakaladığında bitmiyor, yeni başlıyor. Sanatçının amacı, nesnel gerçekçiliği yakalamak değil, yakalayıp dönüştürmek. Nasıl ki, tohum, tohum olarak dondurulamaz, tohum bitkiye, bitki de yeniden tohuma dönüşmek zorundaysa; sanat da dünyayı tanıma etkinliği olması kadar, bir dünya görüşüdür de. Hoşunuza giden bir sanat eserini deneyimlerken durup bir düşünün. Sanata aynalık eden o zihin yeteneklerini, şu sıradan günlük hayatımıza katkısını düşünün. Her sanat eseriyle yüzyıllarla, bin yıllarla gelen insanoğlunun birikimini düşünün. Evrenselliğe ulaşmış yapıtlar ölümsüzlüğe yönelerek, ölümsüz olarak insanoğlunun bilgisine dönüşür. Böyle eserler dünyevi seslerle, dünyevi sözlerle, dünyevi bir dille tüm insanoğlunun ortaklığına dönüşür, dolayısıyla dünyevi bir simge niteliği kazanır. İnsan, duygularını müzik diliyle anlatmaya kim bilir kaç bin yıl önce başladı? Bunu tam olarak bilmiyoruz. Rembrandt’sız, Dede Efendi’siz, J. Sebastian Bach’sız, Mevlânâ’sız, Halil Cibran’sız bir hayat düşünebilir misiniz?
Hem bir yazar hem de bir okur olarak, yazılarınızı paylaştığınız The Beacon gibi mezunlara yönelik dergilerin, mezunlar arası bağı sağlamlaştırmada nasıl bir rol üstlendiğini düşünüyorsunuz?
İnanıyorum ki, İzmir Amerikan Kolejinde geçirdiğim yılların kişiliğimin üzerinde çok büyük bir etkisi var. Son kitabımın adının da imlediği gibi hayat devinim üzerine kurulu. Olmak ve oluşmak üzerine. Ve bunun hiçbir formülü yok. Yalnızca şunu biliyorum: Ben varım, ben benim, ben buradayım ve ben oluyor, oluşuyorum. Şu an var olan ben’i oluşturan İzmir Amerikan Kolejinde geçen yıllarım. Beacon yazı komitesinde yer almak, ACI aidiyetimi pekiştirdi diyebilirim. Tanımadığım mezunlarımızı tanıdıkça, başarılarını okudukça hem onlar adına hem okulum adına gurur duyuyorum. Zaman değişebilir ama ACI’da kurulan dostluklar, okulun verdiği vizyon, üretme ve ortaya koyma ilhamı her zaman baki kalacaktır.